9 Ocak 2011 Pazar

Kim?



-Cemiyetin zombilerine-

Değişen ve gelişen dünyanın gereksinimlerinin bilincinde olmak, zamanın ruhunu kavrayabilmek açısından mühim. Dünyanın cazibesine kapılmak da pekâlâ söz konusu olabilmekte… Halen daha yaşıyorsan durağanlık aramayacaksın. Fosilleşmişsen, o başka! Fakat bu, hayatın geriye bakarak anlaşılamayacağı anlamına gelmemeli…

Tabiat intikamını aladursun, besbelli ki yaratılmışların en üst mertebesinde ikamet eden insan, çeşitli gereksinimleri olan bir varlık olarak muhafaza ediyor varoluşunu. Kimlik edinme durumu da bu gereksinimlerden biri: Sırf “kim” olmak için…

Meselâ, dünyanın, özel olarak vatan denilen evin yaşanılabilir kılınması için öncelikli mesele, insan olmak. Yâni “kişilik” kazanımı… Ne yerdeki gölgelere ayağın takılsın, ne de kınayanların kınamasına aldır!

Fakat etrafın etkin ve edilgen oluşu hafife alınmamalı diye düşünüyorum. İnsan, yaşayış kıvamını, etrafına borçlu. Niçin’i şu: Etraftan edinilen aidiyetlere perçinli insanın, ait oluşu, gururunu okşuyor falan…

Neyi benimsiyorsan onunsun!

Kimlik, “kim” olduğunu ve “kimlerden” olduğunu idrak ettirici… İnsan yaşayışı esnasında bir nevî sığıntı pozisyonunda. Evetlere ve hayırlara sahip olsa da…

Her başıboş itinayla cilvelenmekte boşluğa! Kanun her defasında hükmünü icra etmekte: “Düşünüldüğü gibi değil, yaşanıldığı gibi düşünmek…”

Sıkça işitiyorum: Gençlikte kimlik bunalımı diye başlıyorlar söze. Bir gerilme türü olarak kimlik bunalımı, arayışı tetiklemeli, kimim ve kimlerdenim’den ziyade, kim ve kimlerden olmalıyım’ın arayışı önceliklenmeli… Doğrunun olmadığı yerde güzellik mi arıyorsun yoksa?

Bir diğer yandan insanlar gibi, kimlikler de bunalıyor, malûm… Bulanıklığın nüksedişi! Flulaşmışlık… Eskilerin tabiriyle, “ideolocik” bir mesele yâni!

İnsan, bilhassa gençlik döneminde, yoğun bir çatışmanın içinde buluveriyor kendisini. Çatışa çatışa gelişiyor hattâ… Karar veriyor. Ne için ve kim için var olduğunu sorguluyor. Bazen, garabetliklerde yaşanmıyor değil: Kendisini aslanla kıyaslayan bir ev kedisinin durumu gibi... İkisinin de kedigillerden oluşu, aynı kategoride tahlil edilebilecekleri anlamına gelmezken?

Hayat, akışkanlığıyla ve muammalarıyla kucaklıyor insanı…

Elbette, olaylar ve olgular karşısında sergilenen iyimser yaklaşım kötümserliğin karanlık dehlizine sürüklenmekten mahrum bırakıyor. Bu vaziyet moda tabirle, “pozitif enerji yaymak” olarak adlandırılıyor. Ne güzel! Kötünün de kötüsü var; iyinin de iyisi olduğu gibi…

Muhtemelen müzmin muhalif edasına bürünüp, mutsuzluğu hayat tarzı haline getirmek, zihnini kısırlaştırabiliyor insanın. Kabulleri ve retleri nispetinde karakterini inşa eden insan, şapşallıktan arınmış sahici bir mutluluğun hazzına muhatap isterken?

Öte yandan olağanüstü meselelerin üstesinden gelebilen kahramanların yokluğu, insanı arabesk sızlanışlara muhatap kılsa da; kişinin yalnızca kendi derdiyle dertlenmesi, ölümüne değin varolmaya çalıştığı hücrede yalnızlaştırmakla birlikte, mutsuzlaştırıyor da onu…

Kişiliksizleştirilen insanın “kim” olduğunun başkaları tarafından hatırlandırılışı ise kaburgasızlıktan ibaret. Kaburga kemiklerinin ilikleri, vücudun kan yapma sisteminin önemli bir kısmını meydana getirici olduğuna göre?

Kötülükler de bulaşıcı…

Nasıl yaşıyorsun ki daha iyisini bekliyorsun, kime bu başkaldırı? “Başkaldırıyorum, o halde varım!” Herkes hak ettiği gibi yönetiliyor ama; layık olduğu üzere…

İnsan, düzen üzere yaşamakta; kurduğu düzen, yaşayanlara ve tabiata müdahale niteliğinde. Sıkıntı şu: “İnsan ne ile yaşar” değil, insan ne ile yaşayamaz? Her yaşamak, yaşamak değil çünkü…

Meselâ, “üstün teknoloji yaratmak” için debelenenler, “üstün insan” inşa etmek gibi bir kaygıya sahip mi?

Nietzsche(1844-1900): “Her yıl benim için gittikçe daha da ağırlaşıyor... Hastalığın en berbat, en acı verici dönemleri bile varlığımda şu an olduğu kadar çekilmez ve umutsuz olmamışlardır. Ne olmuştur? Şimdiye kadar güven duyduğum insanlardan beni koparan gün gelmiştir. Biri sırtını dönüp gider, öteki başka yere gider, herkes kendi küçük sürüsünü bulur, en bağımsız olan hiç kimseyi bulmaz ve karede yalnız kalır.”

Kervanla yürüyerek yalnızlaşmak: Herkesle ama hiç kimsesiz…

Gelgelelim kişiyi kişi yapan, zihnindeki tasavvurları, değil mi zaten? İnsan, kabulleri ve retleri nispetinde biçimlendiriyor şahsiyetini. Ki şahsiyet “diğer” insanlara nazaran, ayırt edici vasfı insanın…

“İnanda bir odun parçasına inan” nasihatindeki hikmeti anlayabilmek! Meselelerin meselesi… Gerisi çelik çomak mesabesinde!

Afşin SELİM

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZ KALMA.