11 Aralık 2010 Cumartesi

BU FOTOĞRAFA BİR DE BU AÇIDAN BAKIN

BU FOTOĞRAFA BİR DE BU AÇIDAN BAKIN İnsan hakları, insanların var oldukları andan başlayarak sahip oldukları temel özgürlükleri; ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin yararlandıkları hakları ifade eder. Haklarını kullanmakta insanlar eşittir. İnsan hakları bir ideale atıfta bulunurken ne yazıktır ki, haklar bağlamında olana değil, olması gerekene işaret etmektedir…


Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler. Madde 1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 1948
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (hak ve özgürlükleri tanımlayan 30 maddesi ile) 10 Aralık 1948 yılında Birleşmiş Milletler tarafından insan haklarının korunmasını uluslararası yazılı bir metine dönüştürme ihtiyacı nedeni ile doğmuştur. Türkiye, Birleşmiş Milletlerin kurucu üyelerinden birisi olarak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni ilk onaylayan ülkeler arasında yer almış ve insan hakları konusundaki önemli sözleşmelerin büyük bölümüne taraf olarak yükümlülük üstlenmiştir. Ancak İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 62inci yıldönümünde Türkiye gençlere yönelik hukuk dili ile ifade edildiğinde orantısız, bir eğitmen gözünden acımasız olduğunu söyleyebileceğim, güç kullanımı ile dünyanın gündeminde yine yakışıksız görüntülerle yer aldı. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı’nın web sitesinde (www.ihb.gov.tr) insan haklarına, özgürlüklere sahip çıkan devletin insan haklarına bakışı açıklanırken kurulan cümleler oldukça çarpıcı. Deniyor ki…


‘’İnsan hakları, insan olmanın kazandırdığı haklardır; başkası tarafından verilen bir söze ya da teminata bağlı olarak ya da satın alarak elde ettiğimiz haklar değillerdir. İnsan hakları, insan olmamızın ve insan onurumuzun doğal bir sonucudur…’’
‘’İşkence, kötü ve insanlık dışı muamele ya da cezalandırma, hiçbir biçimde haklı çıkarılamaz ya da hukuken veya ahlaken savunulamaz. "Emir almış olmak" da mazeret olarak kabul edilemez. İşkence görmeme hakkı, hiç bir koşulda askıya alınamayacak, istisnası ve sınırlaması olmayan mutlak bir haktır…’’
‘’Medeni haklarımız, yasal ve siyasal sistem içinde keyfi uygulamalara maruz kalmamamızı sağlar. Örneğin: Keyfi gözaltı ve tutuklanmaya karşı korunma, mahkeme tarafından suçlu olduğuna karar verilene kadar masum sayılma hakkı, itiraz hakkı gibi…’’
‘’Siyasi haklarımız toplumsal yaşama katılmak için gerekli olan haklarımızdır. Oy kullanma hakkı, siyasi partilere katılma hakkı, özgürce biraraya gelme ve toplantılara katılma hakkı, bilgiye erişme hakkı ve düşünceyi ifade etme hakkı gibi…’’


ÇOCUKLARIMIZA NASIL ANLATIRIZ
Türkiye’de İnsan Hakları Günü ve devam eden hafta Demokrasi Haftası olarak kutlanırken, her zaman olduğu gibi eylemle söylemin uyuşmadığına tanıklık ediyoruz. Üniversite öğrencilerinin ağzının burnunun kırılması, her gün göz göze geldiğim genç erkek ve kız öğrenciler gibi, kendi çocuklarım yaşındaki gençlerin yerlerde sürüklenip şiddete maruz kalmaları hangi hak, özgürlük ya da sorumlulukla açıklanabilir ki… İnsan Hakları Haftasında insan haklarını şiddetin çirkin görüntüleri ile çocuklarımıza nasıl anlatırız ki…
Çağımız iktidarlarının neoliberal düzende kurumsal siyasetin tasfiyesi ile dönüşen çehresine açıklık getiren Foucault üç farklı iktidardan bahsetmektedir;
(1) Egemen İktidar, güç alanını toplumsal alandan ayıran egemenlik paradigmasına dayalı olarak; devletin merkezi gücünü yaptırımla kullanarak ve yasalara itaati sağlayarak kurulan iktidardır. Temel yaptırım odağı suç ve ceza kategorilerinin yasalarla düzenlenmesidir.
(2) Disiplin İktidarı, 17. yüzyılda geliştirilen gözetim, kontrol, ayrıştırma, mekânsal olarak düzenleme, sınıflandırma, hizaya sokma gibi yöntemlere dayalı disiplin paradigması ile belirli bir standartlaştırma etkisi içerir. Normlara uygun davranan uysal bedenler üretilir. Disiplin mekanizmasında birey hem hukukun düzen sistemi içindedir, hem de hukuku tesis eden yasamanın ve suçluyu cezalandıran adli sistemin dışındadır. Birey burada hukuka  ilişkin  “normasyona” tabi bir nesnedir.
(3) Güvenlik İktidarı, müdahale alanında doğal olarak var olan bireyleri, egemenlik paradigmasında olduğu gibi iradi eylemlerde bulunabilen hukuki özneler olarak ya da disiplin paradigmasında olduğu gibi belirli davranış normlarına uyan bedenler olarak değil; kitle olarak, yani içinde yaşadıkları maddiliğe biyolojik anlamda mahkûm bir çokluk olarak etkiler. 18. yüzyılın sonunda ivme kazanan endüstrileşme ile egemenlik paradigması yerini iki farklı iktidar mekanizmasına bırakır. Foucault’ın bu noktada insanı hedefe koyan, biyo-politika olarak adlandırdığı siyaset, insanın temel biyolojik özelliklerini siyasetin nesnesi, yani iktidarın nesnesi haline getiren bir dizi mekanizmadır. Disiplin iktidarı ideal bir davranış modeli rüyası ile norm belirler; bireyleri buna uyumlu hale getirmeye çalışır. Daha sonra “güvenlik” adını vereceği düzenleyici iktidar ise normalliği hesaplar ve sistemin devamını sağlayacak “norm”u  buna göre belirler.
ASIL AMAÇ NE
Büyük boyutlu, ulus aşırı hizaya getirme, adam etme, özgürlük bahşetme gibi örneklerini ABD’nin çeşitli uygulamalarında gözlemlediğimiz bu iktidar türü, riski yok etme amacı taşırken, olası risklerden de beslenerek güvenlik iktidarı olma gücünü artırır. Güce karşı gücü devreye sokar. Burada önemle vurgulanması gereken, bir gücü diğer bir güçle dengeleme uzmanlığıdır, ki, bu da çokluğun belirli bir kısmını gözden çıkarmayı gerektirir. Dolayımlı şiddet kullanmayı meşru görmenin ya da göstermenin en uygun zeminidir. Burada uygulanan şiddetin, güvenliği etkin kılmak için kullanıldığı söylenirken şiddetin dozu da önemli değildir ve ‘’taktik caydırıcı unsur’’ olarak kullanılmaktadır. Gerçekte gençlerin protestolarına izin vermeyerek polisin şiddet uygulaması ya da pankart açan gençlerin ağır cezalara çarptırılmaları, düzenin meşru olarak benimsetilmesini ya da başka bir deyişle yönetilen çokluk üzerinde ideolojik egemenliğin kurulmasını sağlayan "simgesel bir şiddet" tir. Amaç güvenlik iktidarı için zararlı olan ögelerin sınırlanması, nihai olarak önlemeye gerek kalmadan etkisiz kılınmasıdır.
Bu noktada Arendt'in şiddet ve iktidar konusundaki anlamlı yaklaşımına değinmeden de yaşadıklarımızı açıklamada yetersiz kalabiliriz. Arendt,  "…bütünüyle şiddet araçları temelinde ayakta duran bir iktidar hiçbir zaman varolmamıştır. En başta gelen egemenlik aracı işkence olan totaliter yönetici bile, iktidarı için bir tabana ihtiyaç duyacaktır... demektedir. Güvenlik iktidarı uyguladığı şiddeti meşrulaştırır. Arendt, güvenlik iktidarlarının kaybetmek istemedikçe şiddetin cazibesine direnmekte zorlandıklarına da işaret etmektedir. Güvenlik iktidarının şiddeti uygulayan tarafından baktığımızda ise, güvenlik amacı ile şiddete başvuran polisi görüyoruz. Polis dergisinin 22inci sayısında 299 ve 301inci sayfalar arasındaki bir makalede;
"Bir polis önce insan, sonra sivil, daha sonra da polistir... Demokratik toplumlarda polis halkın hizmetindedir. Polis devletin hizmetinde değil; devlet, polisi ile beraber halkın hizmetindedir. Halk kavramının içine sadece masum ve dürüst insanlar değil, suçlular bile dahildir... Polis teşkilatı veya diğer güvenlik birimleri, kendi içinden çıktığı ve ona hizmet etmesi gereken topluma karşı adeta bir yumruk gibi bir kuvvet olarak görülemez ve kullanılamaz. Aksi taktirde, güvenlik personeli kendi ülkesinde adeta bir işgalci güç konumuna düşer... Kısacası güvenlik birimleri her zaman küçük bir azınlık olan suçlu ve potansiyel suçlulara karşı kuvvet (force), öte yandan büyük bir çoğunluk olan dürüst ve masum insanlar için ise bir hizmet (service) üretmektedir. 1989 yılında Londra Polisi'nin adı Metropolitan Police Force (Londra Büyükşehir Polis Kuvveti) olarak kullanılmaktaydı. 1990'lı yılların başlarından itibaren bu isim London Metropolitan Police Service (Londra Büyükşehir Polis Hizmetleri) olarak değiştirildi’’ yazmaktadır.
Aynı dergide Emniyetin Halkla İlişkileri başlıklı bir makalede ise, "21. yüzyıl polisliği, insan haklarını, hukuku, saygıyı ve iletişimi(vatandaşla ortak polislik yapmayı-community policing) temel alan ve alması gereken bir polislik anlayışıdır. Bunun da temelinde, hem kendi personeli ile barışık hem de hizmet verdiği halkın ve kurumların güven ve desteğini sağlamış olmak yatar." denmektedir (Polis Dergisi, sayı 22, safya 272). Polisi "devletin parmakları" olarak tanımlayanlar, devletin dokunma işlevini yerine getiren poliste, "devlet benim" anlayışının gerilerde kaldığını belirterek, "artık polis yalnızca üniformalı vatandaştır, üniforma ayrıcalığının yerini, üniformalı yurttaş anlayışı alıyor." derken de sivil toplumun polisine atıfta bulunmaktadırlar. Oysa bu günlerde hafızalarımıza yerleşen görüntüler, bize ister istemez Türkiye’de askeri vesayetten kurtulurken polis eliyle yaşama geçirilen otokrat ruhlu bir sivil vesayet zamanlarına doğru yol alındığını düşündürtüyor. Bu durumda 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nü yurt çapında kutlamamızın da bir sakıncası yoktur öyleyse…
Kaynaklar: Arendt, H., 1997. Şiddet Üzerine. (Çev. Peker, B.), İletişim Yay., s:56-57, İstanbul.
Mercan, F. Ve Kılıç, İ., 2000. Avrupa Birliğinin Eşiğinde Polis: Zihniyet Değişimi. http://arsiv.zaman.com.tr/2001/02/08/odosya/polis.htm
Foucault, M., 2000. The Birth of Biopolitics”, (Ed. Paul Rabinow), In Ethics. Essential Works of Foucault, 1954-1984,  Penguin Books, pgs. 78-79, London.


Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZ KALMA.