23 Ocak 2011 Pazar

Kavga Devri Çocukları – 1

Bafralı İsmail Başkan ve 45 Numaralı “Psikolojik Harekât”



1970’lerde Kırşehir, ortadan ikiye bölünmüş bir "akşamüstü kavgaları şehri”ydi. Yukarısı "kızıl bölge," aşağısı "bizim taraf"tı. Ortada “yeşil hat” yanında Töb-Der, hemen oralarda bir yerde de Pol-Derli polis Sarı Avni'nin dayak ekibi vardı.

Avni'nin ekibi taşıyan tepesi lambalı Ford minibüs, gezici bir Pol-Der şubesi gibiydi. Sireni bile bir başkaydı. Tek cıngılı bile zulüm perdesinden çalınan bir kızıl senfoni gibi kulaklarımızı dayak tehdidiyle dolduruyordu. Polise karşı şimdiki gibi “hareket yapmak” kimsenin haddine değildi. Avni'ye üç yıl boyunca sadece bir kez yakalandım, sağ elimin işaret parmağındaki eğrilik o günden hatıradır.

Ali Kalkan, Musa Sayan ve Rahmetli Şapçı’yla birlikte yemiştik o hesapsız dayağı. Akşam yemeğine doğruydu. Ocaktan, “Komünistler Liseyi kuşatmış; ‘Delinin Ufağı’ vuracakmış” diye bir haber gelmişti. “Delinin Ufak,” Abdallardan Deli Hidayet’in kardeşiydi. Hidayet, kocaman iki eline birer yassı taş alıp Ticaret Lisesi’nin grubuna cepheden “nüfuz etmesiyle” ünlenmişti. Hidayetle ve ara sıra ortalıkta görünen kaçaklardan Tilkici Cemal’le eyleme çıkmak, şehrin yabancısı olan Öğretmen Liselilere itibar kazandırırdı. Bu yerli delilere takılma becerisini gösterdiğimizde “kavganın A takımına” girmiş gibi olurduk.

“Delinin Ufak” henüz Lise 1’de olmasına rağmen okulda kendisine söz geçirecek babayiğit bulunamayınca kızıl bölgede bir akıncı timi gibi dolaşan Lise grubunun başına getirilmişti. Cüsse olarak da çelimsizdi; ama abisinden “daha deli”ydi. Ocak, bu seçimiyle disiplininden taviz vermemiş; ama camianın selameti adına büyük de bir risk almıştı. “Delinin Ufak’ı” kavgadan sadece ölüm ayırırdı.

Bulutların erken kararttığı soğuk Kırşehir akşamlarından biriydi. Arka sokaklardan Liseye doğru süzülen yaklaşık yüz kişi, kavga menziline doğru ilerliyorduk. Çukurlarında çamurla buzun, köşe başlarında ölümle hüznün dans ettiği arka sokaklardan “kızıl bölgeye” sızmıştık. Bir sosyal etkinliğe, seminere veya Atatürk Oratoryosuna mı gidiyorduk? Hayır bizler yani “Kavga Devri Çocukları,” her gün daha başka şeyler öğreniyorduk bu “ithal malı kızıl ölüm tehdidi”nin gölgesinde…

Kösele ayakkabıyla baskına gitmemeyi o sokaklarda öğrendik. Polisin vicdanından uzak durmayı da… Büyük grup dururken küçük bir gruba saldırmamayı ve ava giderken avlanmamayı da başımıza inen uzun tahta jopların sayılamayan takırtıları arasında o gün orada öğrendik.

Lisedeki kalabalığı uzaktan gördüğümüz anda Cezaevi’nin arkasından çıkan daha küçük bir grupla taş dövüşüne girmiş; grubu kovalarken polis tarafından kuşatılmıştık. Sanki çifte tuzak yemiş gibiydik. Komünistler bizi, polis de bu küçük grubu takip etmişti. En büyük darbeyi ise buzda koşmasını bir türlü beceremeyen Japon köselesi ayakkabılardan yemiştik. Nezarette dayak tekrarlandıktan sonra bizi güler yüzlü müdür muavinimiz Cemil Aydın’a teslim etmişlerdi. Cemil hocanın piyano ve bağlama çaldığı kadar çift zinciri de iyi kullandığına dair sağlam söylentiler, ona olan muhabbetimizi artırmıştı. Şapçıyla ikimiz “bizi uzun süre arayan soran olmaz” diye “emekçi” rolüne soyunup; Avni’nin adamlarına “camcıda çalıştığımızı” söylemiştik. Yalan da değildi, babasını erken kaybeden Şapçı Kayseri’deki ortaokulundan aynı zamanda “camcı kalfası olarak” mezun olmuştu.

Biz ne dersek diyelim, üzerimizdeki üniformal ceketler bizi ele veriyordu. Olsun yine de şansımızı denemiştik. Rahmetli, son ana kadar çözüm aramayı severdi. Ne yaparsak yapalım dayakta ve muamelede hiçbir değişiklik olmamıştı; polisler en çok da kendilerine iş çıkarmamıza kızıyorlardı. Mesaide tembel; dayakta çalışkan adamlardı.

Bize akşam yemeği ayıran ve volta atarak yolumuzu gözleyen arkadaşlarımızın arasına döndüğümüzde “etütler” çoktan bitmiş, yat borusu çalalı dakikalar olmuştu. Ama dokuz arkadaşını polise kaptıran Ülkücü, kolay kolay uyumazdı. Aksi takdirde Ömer Gül’den “Ülkücü müsünüz Türkücü mü lan!” diye fırça yemek işten bile değildi.

Lise olayında küçük deliye bir şey olmamıştı. Biz tabii ki yediğimiz dayakla kalmamış, dikkati bölgeye çekerek polisin liseyi saran grubu dağıtmasını sağlamış; böylece Delinin Ufak’ı olası bir erken ölümden kurtarmıştık. Arıca kızıl bölge ilk kez böyle bir Ülkücü sızma harekâtı ile karşılaşıyordu. Lisede tek Ülküdaşımız bile kalsa onu yalnız bırakmayacağımızı ispat etmemiz de ayrı bir meydan okumaydı.

Okullar genellikle bizim tarafta olduğu halde, nüfus yoğunluğu kızıl bölgedeydi. Kentin sokak hâkimiyetine giden yol Eğitim Enstitüsü ve Öğretmen Lisesinden geçiyordu. Okula bir önceki yıl 1975 Depreminde hasar gören Van Alparslan Öğretmen Okulundan Jandarmayla çatıştığı için Deniz Gezmiş ve THKO sempatizanı Kürt kökenli öğrencileri nakletmişlerdi. Öğretmen Okulunda bir yıldır bölücü solun hâkimiyeti vardı. Bunlar bugün PKK’nın beyin takımını oluşturuyorlar.

1974’te Eğitim Enstitüsü açılmış, 85 Ülkücü okula kayıt yaptırmış; ancak silahlı direniş nedeniyle yatakhanenin yarısını bile ele geçiremeyince aylarca Büyük Sinema’da yatıp kalkmışlardı.

1976 yılının 8 Ocak Perşembe günü okul büyük bir kavgadan sonra Ülkücülerin eline geçti. Böylece Kırşehir’de, Ülkücülerin sokak hâkimiyetine giden yol açılmış oluyordu.

12 Ocak Pazartesi günkü İstiklal Marşı baskınını, bir torba merminin tüketildiği kurşun yağmuruna rağmen yatakhaneyi ellerinde tutmayı ve bu büyük kavgayı 4 kurşun yarasıyla atlatmayı başaran Ülkücüler için sıra Kırşehir’in diğer bölgelerine gelmişti. Bizim polisle tanıştığımız eylem de işte bu türden bir acil sızma eylemiydi.

Ömer Gül’ün boynundaki yarayı gören ve mermiyi teşhis eden ilk nefer olma şerefini asla kimseyle paylaşmam. Boynundan yaralanan bu Yerköylü yiğit, hiçbir şey olmamış gibi kavgasına devam ediyor; lideri olduğu grubun kavgayı en az zararla atlatması için sağa sola emirler yağdırıyordu. İşte Ocaklılar tüm Türkiye’de bu şartlarda yetişti.

Kırşehir’de her akşam Ticaret Lisesi ve Endüstri Meslek Lisesi'nin devrimci öğrenci grupları, polis nezaretinde bizim bölgeyi terk eder, kızıl bölgenin tek okulu olan Lise'nin bir avuç Ülkücüsü ise yeşil hattın güneyine inerdi. Gruplar yeşil hattan kendi bölgelerine geçtikten sonra taş dövüşü başlar; güçlü olduğumuz günlerde Töb-Der'in camlarına taş yetiştirmeye çalışırdık. Böyle durumlarda Töb-Der’den iki el silah sesi gelir ve ortalık daha da kızışırdı. 50-60 kişiyi geçtiğimiz zaman Kızıl Bölgeye girerek Lise grubuyla birleşirdik. Eğitim tatildeyse veya arkadaşlar maça filan gitmişse yani güçsüz durumdaysak; kavgayı bu sefer de bizimkilerin çekildiği ara sokaklardan gelen iki el silah sesi durdururdu. Bu sesler, “daha fazla gelmeyin!" anlamına geliyordu.

Bu seslere derhal Sarı Avni'den cevap gelirdi. Yaşlı Kırıkkale'nin sesi hemen Sarı Avni’yi ele verir, mesafeye göre içimizi rahatlatırdı. Ancak; seri atış yapan devrimci tabancaların sokak arasındaki yankıları, sonradan geceleri, "ya vurulsaydık anamıza ne hesap verirdik?” kaygısıyla uykularımızı bölerdi. Uyumadan önce yarım saat günün muhasebesini yapma alışkanlığı bana o günlerden kalmıştır. Henüz 15-16 yaşlarındaydık. Eğitim Enstitüsünde adı efsaneleşen ağabeylerimiz vardı. Okulun düşmesinde bazen bir tokat, bazen de zamanında atılmış bir nara ile başlatılan bir slogan ve daima ezberimizde olan mehter marşları etkili olmuştu.

Kamp eğitimi almış İsmail Kömürcüoğlu gibi bazı ağabeylerimiz böyle eğlencelik akşam kavgalarına pek karışmazlardı. Okulun düşmesinden sonraki meseleler, onlar için küçük eğlenceler hükmündeydi. Komünistler çarşıda bir Ülkücü’yü tek yakalayıp da öldüresiye dövmedikçe büyükler pek yerinden kalkmazdı. Ağabeylerin en hası da İsmail ağabeydi.








Daima 45 numara terlikle gezen bu dev adam, okul düştüğünden beri daima mütebessimdi. Kalın çerçeveli gözlükleriyle dosta güven veren, düşmana korku salan İsmail ağabey, okulda cesaretinin nişanesi olan tokyolarıyla anılırdı. Herkesin komando çizmeleri giyerek sıkı adam mesajı vermeye çalıştığı günlerde İsmail ağabey, ayağından çıkarmadığı tokyolarıyla müthiş bir psikolojik savaşı tek başına yürütüyordu.

Komünistlere şunu diyordu; İsmail Ağabeyin “ezik” ince tabanlı 45 numara tokyoları:

1- Siz bana ayakkabılarımı giydirecek kadar güçlü değilsiniz.

2- Kavgaya sadece dövüşmek için geliyorum ve yumruklarım size yeter.

3- Asla kaçmayacağım!..

Eğer İsmail Kömürcüoğlu yerinden kalkmış, parkasını omuzuna çekmiş, terliklerini ayağına takmış ve ellerini siyah parkasının ceplerine sokmuş hızlı hızlı yürüyorsa işte o zaman Kırşehir gerçekten karışmış demekti.

İsmail Ağabey, komünistlerin kendisine ayakkabı giydirecek kadar güçlü olduğuna hiç bir zaman inanmadı. O, en büyük kavgalara bile “ölmek var dönmek yok!” mesajı veren 45 numara tokyolarıyla gitti. Zamanla biz de onun gibi düşünmeye ve zemin buzlu olmadıkça kösele ayakkabı giymeye başladık ve zaman İsmail Kömürcüoğlu’nu haklı çıkardı.

Komünist istilacılık, Önce Türkiye’de sonra Afganistan’da ağır darbeler aldı. Sovyetler birliği dağıldı, utanç duvarı yıkıldı, Komünizm havlu atıp ringden çekildi. Ortada hala İsmail abiye ayakkabılarını giydirecek ciddiyette bir mesele yoktu.

1975'te sokaklarında Ahmet Deveci posterlerinden ve Ankara'dan sarkmış Dev-Genç sloganlarından başka siyasi malzeme bulunmayan Kırşehir, 2000’lerde MHP'li bir Belediye Başkanı tarafından yönetilecekti.

Tam 35 yıl sonra Bafralı İsmail Ağabey'i ayakta, MHP Genel Merkezinde Devlet Bey’in yanında görünce ülkemiz için durumun gerçekten vahim olduğuna olan inancım bir kat daha arttı. Evet; durum gerçekten vahimdi. Düşmanlar, bu kez 15 yaşındaki “Delinin ufak”ı değil Türkiye’yi, dilimizi, tarihimizi, coğrafyamızı linç etmeye çalışıyorlardı.

İsmail Ağabey’in 35 yıl sonra neden ayakkabılarını giydiği şimdi anlaşılıyordu. Bu kez kavga daha büyüktü.

Başkent yıllardır Ülkücüyü, bekliyor; MHP, hızla yetişmiş Ocaklıların partisi oluyor. Başbuğ, “Ocaklılar Yetişin!” demişti. O gün bugündür yetişmeye çalışıyor, yiğitlik ve cesarette ilk Ocaklı ağabeylerimizi örnek alıyoruz.

Yetişen Ocaklıların öncü ağabeyini, İsmail Kömürcüoğlu’nu 35 yıldır artan bir hasretle, en derin saygılarımla selamlıyorum.

ŞÜKRÜ ALNIAÇIK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZ KALMA.