25 Ocak 2013 Cuma

Krizin korkunç çocuğu: Avrupa’da faşizm

Yunanistan’da, Nazilerden etkilendiğini gizlemeyen Altın Şafak Partisi’nin yüksek bir oy oranı alarak parlamentoda temsil edilmeye başlaması Avrupa’da faşist hareketin daha ciddi bir şekilde tartışılmaya başlanmasına yol açtı.

Aslında ırkçı ve/veya faşist partiler son 10 yılda hissedilir bir şekilde yükseliyor.

 Zaman zaman Norveç’te tek bir faşist tarafından gerçekleştirilen katliamla gündeme geliyor, kimi zaman İtalya’da göçmenlere yönelen saldırılarla, son günlerde faşizmi en çok hatırladığımız zamanlar ise seçim sonraları oluyor.

 11 Eylül’de ABD’deki ikiz kulelerin yıkılmasından sonra George W. Bush tarafından dünyaya duyuruluna “Teröre Karşı Savaş” politikası, Müslümanlara dönük ayrımcılığı yani islamofobiyi tüm dünyada temel ırkçı pratiklerden biri hâline getirdi.

Bu politika Avrupa’da da egemen sınıf partileri tarafından büyük oranda içselleştirilirken, ırkçı ve faşist partiler de islamofobiyi temel ideolojik motiflerinden biri hâline getirdiler.


Bir taraftan bizzat klasik burjuva partilerinin kullandığı ırkçı söylemler yaygınlaştı, ırkçı partiler ise göçmenleri ve “Avrupa kültüründen olmayanları” doğrudan hedef tahtasına yerleştirdi, ırkçılığın yanına paramiliter örgütlenmeleri de ekleyen faşist partiler ise bu örgütlenmeler aracılığıyla doğrudan fizikî saldırılarla etki alanlarını genişletmeye başladılar.

Irkçılık, faşizmin kendini üzerinde var ettiği temel ideolojik zemin hâline geldi ancak elbette “normal” zamanlarda bu fikirlerin kolayca yayılması ve kitleselleşmesi beklenemezdi.

Geçmişte olduğu gibi bugün de faşist partiler krizin yarattığı umutsuzluk ortamından beslenerek kitleselleşmeye çalışıyor. Faşizm hakkında konuşuyor ve ona karşı mücadele etme yöntemleri üzerine düşünüyorsak öncelikle faşizmin ne olduğu konusunda netleşmemiz ve özellikle sola büyük oranda hâkim olan, tüm kötülüklere faşizm adını veren eğilimle hesaplaşmamız gerekiyor.

“Sağım solum, önüm arkam faşizm” mi?


Türkiye’de sömürünün, baskının, otoriter yönelimlerin tamamını faşizm olarak tanımlamak bir alışkanlık hâlini almış durumda. İktidar partisinden, ana muhalefet partisine, onların biraz sağından, biraz daha soluna kadar tüm hareket ve partilere faşist damgası vurulabiliyor. Bu noktadan bakıp Avrupa’daki faşist hareketlerin yükselişini anlamaya çalıştığımızda sınıfta kalmak kaçınılmaz.

Sermayenin her yerde emeği baskı altına almaya çalıştığını, sömürünün her yerde geçerli olduğunu, egemen sınıf partilerinin her zaman şu veya bu düzeyde milliyetçi olduğunu, polisin veya askerin yükselen toplumsal hareketler karşısında her zaman baskı uyguladığını hatırlayacak olursak sağımız, solumuz, önümüz arkamız faşizm dolu demektir.

Faşizm, kapitalizm içindeki özel bir hareketin adıdır. Faşist partiler ve daha genel olarak faşist hareket diğer burjuva partileri ve yönetim biçimlerinden farklıdır. Eğer faşizmi tanımlayamazsak ona karşı mücadelede edemeyiz. Peki, faşizmi diğer tüm baskı türlerinden ayıran nedir?
Öncelikle faşizm aksiyoner bir harekettir.

Kendini her zaman bir sokak hareketi olarak örgütlemeye çalışır ve kitleselleşmeyi hedefler. Yani diğer burjuva partilerinden farklı olarak faşizm paramiliter sokak hareketi aracılığıyla kendisini var eder.

Kendisine komünizm, Yahudiler, siyahlar, Müslümanlar, Latinler gibi düşmanlar belirler ve paramiliter terör yoluyla bu hareketleri dağıtmaya çalışır. Faşizmin tabanı kitlelerdir. Yani sıradan insanlar arasında örgütlenir. Umutsuzluk hâlindeki küçük burjuva kitlelere ve işçi sınıfı içindeki en örgütsüz kesimlere yaslanır.

Umutsuzluk, faşizmin temel gıda maddesidir. Kriz dönemleri bu umutsuzluğun geniş kitlelere yayılması için en elverişli ortamlardır. Faşizm, büyük ekonomik ve sosyal kriz ortamlarının çocuğudur.

 Bu koşullar ortaya çıktığında geniş bir tabana ve etkinliğe sahip olan faşist örgütlenmeler için iktidarı ele geçirme, işçi sınıfı ve ezilenlerin hareketini bütünüyle ezme şansı doğmuş olur. Kuşkusuz faşizm, kapitalizmin bir ürünüdür.

Ancak olağan dönemlerde burjuvazi kendisi için oldukça maliyetli ve kontrol edilemez görünen faşizmi tercih etmezler. Burjuvazi, kendi çıkarına da olsa kitle hareketlerinden çekinir. Bu sebeple faşistler, burjuvaziyi onların çıkarlarını koruyacağına ikna etmeye çalışırlar.

Kriz dönemleri hem devrimci kalkışmaların yani umudun hem de karşı devrimin yani umutsuzluğun en kolay yaygınlaştığı dönemlerdir. Faşizm deneyimini ağır bir şekilde deneyimlemiş olan Avrupa’da sermaye henüz faşizmi tercih etmiş değil ancak faşist partilerin tabanındaki genişleme yine de dikkat edilmesi gereken bir olgu olarak karşımızda duruyor.

Faşist tehdit

Avrupa’da faşist ve ırkçı partilerin birkaç yıllık artışına kısaca göz atarsak, Avrupa solunun önünde faşizme karşı –üstelik bu sefer doğru taktik ve stratejilerle- mücadele etmek gibi bir görev olduğu açıkça görünüyor.

2009 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Avrupa çapında 10 parti ve bir bağımsızdan oluşan aşırı sağcı koalisyon Özgürlük ve Demokrasi, parlamentoda 34 koltuk kazanarak grup kurdu.

Bu grupta en ciddi yoğunluğa sahip gruplar Birleşik Krallık’taki Bağımsızlık Partisi ve İtalya’daki ırkçı Kuzey Birliği. Bu seçimlerde aşırı sağ ve faşistlerden oluşan tek grup bu değil, içinde İngiltere’nin Nazi partisi BNP’nin de yer aldığı Bağlantısızlar da parlamentoda 28 sandalyeye sahip.

Macaristan’da açıkça faşist bir politika izleyen, Yahudi ve Çingenelere karşı politikası ile tanınan ve paramiliter güçler aracılığıyla saldırılar örgütleyen Jobbik Partisi bu yıl yapılan seçimlerde yüzde 12 oy alarak üçüncü parti oldu. Hollanda’da Geert Wilders’ın ırkçı Özgürlük İçin Partisi’nin bu yıl yapılan seçimlerde oy oranı %15’ten %10’a gerilese de, hâlen önemli bir oy oranına sahip.

 Yunanistan’daki Nazi partisi Altın Şafak ise Yunanistan’daki Sosyalist İşçi Partisi üyesi Thanasis Kampagiannis’in deyimiyle Avrupa’daki tüm faşist ve aşırı sağcı partilerin daha sağında ve daha tehlikeli bir parti. Mayıs 2012 seçimlerinde %7 oy oranı ile inanılmaz bir yükseliş gerçekleştiren ve 21 milletvekilliği kazanan Altın Şafak, Haziran’da tekrarlanan seçimlerde küçük bir oy kaybı yaşayarak 18 koltuk kazandı. Parti, krizin etkisini ağır koşullarda yaşayan Yunanistan’daki umutsuzluk ortamında şiddet eylemleri ile etki alanını genişletmeye çalışıyor.

Faşistler sadece seçimlerde değil sokakta da varlık gösteriyor; Norveçli faşist Anders Breivik bir gün içinde 77 kişiyi öldürdü ve 242 kişiyi yaraladı. Breivik, 21 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve cezasının çeşitli yollarla uzatılabileceği söyleniyor ancak Breivik’i kimlerin desteklediği bilinmiyor. Almanya’da gizli Nazi örgütü NSU’nun 2000-2007 arasında 10 kişiyi öldürdüğü henüz kısa bir süre önce ortaya çıktı.

Faşizme karşı mücadele: Irkçılık bataklığını kurutmak için birleşik mücadele


Hem ırkçı hem de faşist partiler ekonomik krizin yanı sıra diğer burjuva partilerinin pompaladığı ırkçılıktan besleniyor. Merkel, Yunanistan’a dönük ırkçı sözlerini sürdürüp, içeride göçmenleri karaladıkça ırkçılığın daha radikal formları güç kazanıyor, Sarkozy’nin Romanlara dönük ayrımcı retoriğinin faşistlere yaraması gibi, Erdoğan’ın her “tek dil, tek millet, tek vatan” deyişinin, İdris Naim Şahin’in Ermeni karşıtı mitinglere katılmasının, CHP’lilerin “Dersim’de analar ağlamadı mı?” türü çıkışlarının MHP ve BBP’ye yaraması gibi… Dolayısıyla faşizme karşı mücadelenin ilk adımı, ırkçılığa karşı uzlaşmaz bir tavır sergilemek; ırkçılık bataklığını kurutmaya çalışmak.

Yukarıdaki tablodan karanlık bir sonuç çıkarmak henüz mümkün değil. Evet, faşistler Avrupa’nın çeşitli yerlerinde güç kazanıyor ancak işçi hareketleri de Avrupa çapında yükseliyor. 14 Kasım’da Avrupa’nın pek çok şehrinde gerçekleşen ve belki de Avrupa tarihinin eşanlı en büyük grevi olan eylemlilikler faşist hareketin nefes alma şansını azaltıyor. Umudu dirilten her adım, faşist harekete geri adım attırıyor. Avrupa’nın pek çok yanında sol partilere yönelim artıyor. Tüm bunlar faşizme geri adım attırmanın yolunu gösteriyor.

Bu noktada tarihsel deneyimlerin unutulmaması büyük önem taşıyor. Geçmişte gerek Komünist Partilerin sosyal demokrasiyi faşizmden daha büyük bir tehdit olarak gösterdiği aşırı sol politikalar, gerekse işçi hareketini burjuva liderliklerin ardına takan halk cephesi politikaları, Avrupa’yı karanlık bir dönemin içine sürüklemişti.

Günümüz Avrupa’sında tarihsel deneyimleri unutmadan, Avrupa’da solun, ırkçılığın ve faşizmin hedefinde kim varsa onunla dayanışarak işçilerin ve ezilenlerin birleşik hareketini yükseltmesi ihtimali çok güçlü görünüyor. Bizim ise faşizm tartışmasında netleşmemiz ve asıl faşist tehlikeyi, burjuva partileri ile karıştırmadan mücadeleyi elden bırakmamamız gerekiyor.
Can Irmak Özinanır
(Spot – 4)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZ KALMA.