“Mazide ve bilhassa Tanzimat Devri’nden sonra ecnebi sermayesi memlekette müstesna bir mevkiye malik oldu. Ve ilmi manasıyla denilebilir ki, devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medeni devlet gibi yeni Türkiye’de buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
İşte, dünyada; kendi öz kaynaklarına dayalı üretim ve yatırım olmadan yalnız yabancı yatırım ve dış borçla ağırlıklı ekonomi ile kalkınan bir ülke olmadığı gibi tam tersi dış borç ve yabancı sermaye ağırlıklı kalkınmayı seçen ülkelerde; önce yolsuzluklar ve rüşvet, arkasından açlık, yoksulluk ve sefalet gelmiş, buna bağlı olarak gelir dağılımındaki adalet bozulmuş ve nihayet ekonomik krizlerle birlikte çöküş gelmiştir. Tarihte bu çöküşe en iyi örnek 1800-1900 yılları arasındaki Osmanlı İmparatorluğu olur. Ne yazık ki bu acı örnek; Büyük önder Mustafa Kemal’in hasta yatağına düştüğü 1938’in Mayıs ayından itibaren başlayan ve özellikle özelleştirmelerin gündeme geldiği 1980’li yıllardan sonra hızla devam eden aynı politikalar sonucu, Osmanlının mirasçısı durumundaki günümüz Türkiye’sinde de tekerrür eder.
Bu ülkenin 80 yıllık kazanımı olan hazır yer altı ve yer üstü ekonomik kaynakları ve tesisleri; ülkeye her hangi bir yatırım ve üretim yapmayan, ortaya yeni bir tesis koymayanlar tarafından, sadece dış borçların kapatılması amacıyla yine yabancılara pazarlanır
Oysa; 1914’lere gelindiğinde Anadolu’daki yabancı sermaye yani dış yatırımın oranı %89 iken yerli sermayenin oranı sadece %11 olur. O yıllarda 130.6 milyon kuruş milli sermaye ile 52 şirket kurulurken, 1.062.4 milyon kuruş yabancı sermaye ile 44 yabancı şirket kurulur. Bu yabancı sermayenin %60.08’i Fransızlara, %14.46’sı İngilizlere, %25.42’si de Almanlara aittir. Yine, zengin yer altı madenlerimizin neredeyse tamamı yabancılara devir edilir. Madenlerdeki yerli sermaye 428 milyon kuruş iken, Fransızlar 2.369, İngilizler 754, Almanlar 2.273, İtalya, Yunanistan ve Rusya 370.7 ve Belçika, İsviçre ve Avusturya’da 110 milyon kuruş sermaye yatırır.
YABANCI SERMAYE RÜŞVETİ DOĞURUYOR
Yabancıların ulaşıma yaptığı yatırımın 1/10 limanlara giderken 9/10 demiryoluna gider. O yıllarda kara yoluna herhangi bir yatırım yapılmaz. Zira; Anadolu’ya satılacak ve kara yolunda kullanılacak araç ve gereçleri yoktur. 1914’deki kişi başına düşen milli gelir de 10.72 Osmanlı lirasında kalır. O yıllarda İmparatorluğun sadece Anadolu topraklarındaki yerli dokuma tezgahı 400.000’in üzerinde iken yani tekstilde dünya tekeli iken yabancı sermayenin girişinden sonra 4.500’lere iner ve tekstilde dışa bağımlı hale gelinir. Bu arada finans sektörü ele geçirilir. Osmanlıda ekonominin çok iyi gittiği havası pompalanarak sürekli hazine bonoları çıkarılır ve Avrupa’da pazarlanır. Böylece Osmanlı borç batağına daha da saplanır. Bu sömürünün ekonomik ve hukuki alt yapısının sağlanması içinde, yani yabancıların güvenceye alınması için de 1838 Ticaret Anlaşmasında olduğu gibi sürekli ekonomik anlaşmalar, ıslahat hareketleri yapılarak, bu anlaşma ve ıslahatlar halka batılılaşma, yenileşme adı altında reform olarak sunulur. Tabi bu arada o yıllardaki yöneticiler yani 5. kol tabir edilen yerli işbirlikçiler de; yabancılara ait şirketlerde yöneticilik ve hisse kapma yarışına girerek kendi küçük çıkarları doğrultusunda ülkeyi pazarlamaya çalışır.
Öte yandan yolsuzluk ve rüşvet diz boyuna çıkar. Hatta, nazırlar ve devlet kademelerindeki yüksek mevki sahipleri büyük şirketlerin İmparatorluktaki şubelerinde İdare Meclislerine dahil olamadıkları zaman bile, onların simsarlığına soyunur. Örneğin; Harbiye Nazırı M. Rıza Paşa servetini Krupp’la olan ilişkilerine borçludur. Hariciye Nazırı Noradungyan Efendi Osmanlı Bankasına bağlı Genel Sigorta Şirketinin İdare Meclisi Başkanıdır. Padişahın şahsi katiplerinden Nuri Bey tütün rejisinin İdare Meclisi üyesidir. Sadrazamlık mevkiinde bulunan Sait Paşa Beyazıt-Şişli arasındaki tünel inşaatının imtiyazını bir Alman şirketine verilmesi için Deutsche Bank’tan 15 bin Osmanlı altını rüşvet ister. Padişahın bütün yakınları ve saraya bir şekilde girmiş kişiler de aynı şekilde ülkede faaliyette bulunan yabancı sermayeli şirketlerde şu ya da bu ölçüde yüksek mevkileri işgal eder. Daha doğrusu ülkeye gelen yabancı sermaye birilerine de istihdam yolunu açar ! Sonuçta; ülkeyi yabancı sermaye ile, yani dış yatırım ve dış borçla ele geçiren batılı sömürgeciler Osmanlının yok edilerek paylaşılmasını 1. dünya savaşından sonra fiilen gündeme getirerek bir ölçüde amaçlarına ulaşırlar. Arkasından ta Ankara’nın kapısına kadar dayanırlar. Ülkeyi ele geçiren yabancılar Büyük dahi Mustafa Kemal’in önderliğindeki ulusal kurtuluş savaşı ile zorlu bir mücadeleden sonra ülkeden kovulur ve arkasından, madenler millileştirilerek öz kaynaklara dayalı kalkınma hamlesi başlatılır ve bu günlere kadar gelen sanayi tesisleri kurulur.
Ülkeden kovulan yabancılar, daha önce olduğu gibi yine dış borç ve yabancı sermaye sevdalılarının isteği ve desteği ile 1938’li yılların ortalarından itibaren yavaş yavaş ülkeye tekrar geri döner. 1980’li yıllardan itibaren de özelleştirme ve dış borçlandırma ile bir daha dönmemek üzere iyice yerleşir. Ne yazık ki tarih bir kez daha tekerrür etmiş ve geçmişten ders alınmayarak teslim olunmuştur. Toplum da; ya yabancı düşmanlığı ile suçlanıp baskı altına alınmaya çalışılmış, ya da kalkınıyoruz, gelişiyoruz, çağ atlıyoruz, dünyaya açılıyoruz, istihdam yaratıyoruz şeklinde olumlu hava yaratılarak tepkisiz bırakılmıştır. Esasen, uluslar arası ekonomik işbirliği elbette gerekli ve zorunludur. Ancak bu işbirliği öz kaynaklara dayalı ekonomik kalkınma modelini destekleyen ve ülke çıkarlarını ön planda tutan, gelişmiş ülkelerdeki esaslar dahilinde olmalıdır. Zira; Gelişmiş ülkelerdeki yabancı sermaye, yapacakları yatırım tutarını o ülkelere peşin götürdükleri gibi, uzun vadeli ve istihdama yönelik yatırım yapılması yanında, her yıl elde ettikleri karın da en fazla %10’unu transfer edebilmektedirler. Şurası unutulmamalıdır ki; Yabancı sermaye ya da yabancı yatırım, emperyalizmin kullandığı sömürü araçlarından sadece birisidir. Bu nedenle yabancı yatırımda; mutlaka gelişmiş ülkelerde uygulanan standart ile kendi kurallarımızı ön planda tutmalıyız. Öte yandan geçmişte olduğu gibi bu gün de kişi başına düşen milli gelirin 3000, 5000 dolara çıktığı gelecek 5 yılda 10.000 – 20.000 doları bulacağı söylenerek; toplum adeta uyuşturulmaya çalışılmakta ! Peki milli gelir bu kadar yüksekse asgari ücret neden hala açlık sınırında ? yurttaşlara neden yansımıyor? 13 milyon işsize neden iş bulunmuyor ? O zaman ya bu rakamlar gerçek değil; ya da bu gelir yabancılara gidiyor. Eğer öyleyse bu ülkenin temiz insanları yani yetmiş milyon insanımız sömürgecilere köle işçi yapılmaktadır.
Kudret Ulusoy
Ülke Kaynaklarını İzleme ve Koruma Derneği (ÜKİK) Başkanı
. Yapılan pazarlamada, çağ atlıyoruz, dünyaya açılıyoruz, gelişiyoruz şeklinde bir başarı öyküsü olarak yurttaşlara sunulur. Bu arada alınan temsilcilikler ve komisyonlar tarihin tozlu yapraklarında bir gün yer alır; ancak o zaman iş işten geçmiş olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
SESSİZ KALMA.