6 Ocak 2011 Perşembe

NE O KOKUYU NE DE O KÜÇÜK KIZI UNUTABİLDİM

Soğuk bir kış günü Ankara’dan apar topar yola çıktık. Türkiye Hizbullah operasyonları ile sarsılıyordu. Konya’da aralarında Konca Kuriş’in de bulunduğu bir kısım insanların cesetlerine ulaşılmıştı. Polis, Hizbullah militanlarını sorguladıkça yeni ceset evlerinde ortaya çıkacağı bilgisini vermişti. Biz de kameraman Ümit Kumcuoğlu ile birlikte CNN TÜRK adına haber yapmak için yola çıkmıştık.
Diğer bütün televizyon ekipleriyle birlikte otele yerleşip, polisten gelecek haberi beklemeye başladık.
Soruşturmayı Ankara DGM Başsavcılığı yürütüyordu. Soruşturma savcısı Nuh Mete Yüksel’di. DGM’nin ve Nuh Mete Yüksel’in en kudretli zamanlarıydı.

Sonunda beklenen haber geldi. Konya’nın kenar mahallelerinden birinde iki veya üç katlı küçük bir apartmana yeni mezar ev bulunmuştu. Bütün canlı yayın araçları, onlarca gazeteci nefesimizi tutmuş bekliyorduk. Kepçe ve beton delme makineleri getirilmişti. Sık sık canlı yayına bağlanıp son gelişmeleri bildiriyordum. Ancak çalışmalar uzadıkça uzadı. Neden bu kadar uzadığını ise sonra öğrenecektik. Sonunda cesetlere ulaşıldı. Hemen son dakika haberiyle canlı yayına bağlanıp anlatmaya başladım: Burası ceset kaynıyor!… Şu kadar ceset olduğu tahmin ediliyor… Polisin açıklama yapmasını bekliyoruz… Sürekli toprak çıkartılıyor…

Ve tüm Türkiye canlı yayında cesetlerin o apartmandan siyah ceset torbaları içinde tek tek çıkarılışlarını izledi. Kaç kişinin cesedinin çıkarıldığını hatırlamıyorum şu anda. Arşive girip de bakmadım. Sayı önemli değildi. İstatistik üzerine çıkan bir vahşet ve bu vahşetin çırılçıplak gerçekliği vardı ortada.

Ve biz gazeteciler bu vahşeti saniye saniye Türkiye’ye anlattık. Türkiye’de dinledi, seyretti. Ama işimiz bitmemişti daha. Hepimiz evin içine girerek görüntü alma derdindeydik. Uzun bir bekleyişten sonra sırayla bizi içeri almaya başladılar. Ben gazetecilik sıcaklığına inanırım. Aynen maç yaparken dizinize aldığınız darbenin vücudunuz sıcak olduğu için kendini hissettirmemesine benzer. Sıcaklık geçince darbenin acısını algılamaya ve çekmeye başlarsınız. O gün de hepimizde gazetecilik sıcaklığı vardı. O gün orada gördüklerimizin acısını sıcaklık geçtikten sonra hissettim bende.

Hala gözümün önünde. Bodrum katına merdivenlerle indik. İçerde zayıf bir ışık vardı. Kameranın ışığı sayesinde görebiliyorduk her şeyi. Bodrum katının beton zemini paramparça edilmişti. Toprağa ulaşılınca da 2 metreden fazla kazılmıştı. Gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Kalın bir beton zemin. Altında 2 metreden fazla toprak. Cesetler işte buradan çıkartılmıştı. Elbette genel görüntüleri aldıktan sonra her gazetecinin yapacağı gibi mezarın(!) içine girmek istedim. Kameraman arkadaşım Ümit’in yardımlarıyla güç bela 2 metrelik çukura inmeyi başardım. İşte sonunda insanların Hizbullah tarafından sorgulanıp, domuz bağı yapılarak öldürüldüğü ve gömüldüğü yerin içindeydim. Yukarı doğru baktım. Ümit kayıttaydı. Anons çekmem gerekiyordu. Bir türlü başlayamıyordum. Ne diyeceğimi nasıl anlatacağımı kurgulayamıyordum. En sonunda kendimi zorlaya zorlaya bir anons çektim. Yine bin bir güçlükle o çukurdan çıkabildim. Sonradan düşündüğümde şunu fark ettim. Asıl korkutucu olan o betonun kırılıp, iki metre kazılıp cesetlere ulaşılması değildi. Asıl korkutucu olan bu “işin” hazırlığıydı. Bir dakika düşünün. Bir insanı kaçırdınız. Günlerce sorguladınız. Sonra o insan canlıyken domuz bağını yaptınız. O evin betonunu kimseye fark ettirmeden kırdınız. Toprağı iki metre kazdınız. Sonra domuz bağı halinde olan insanları –belki bir kısmı hala yaşıyordu- o çukurun içine yerleştirdiniz. Toprağı ve kırdığınız betonun parçalarını tekrar doldurdunuz. Ve nihayet yeniden toprağın üzerine beton döktünüz… Eminim yazması kadar okuması da zor bu satırları.

Ama bütün bunlar gerçek…
Belki yukarıda bir grup sorgu yaparken, bir grupta bodrumda betonu kırıp toprağı kazıyordu. Bu yüzden korkutucu olan cesetlere ulaşılması değildi. Korkutucu olan cesetlerin oraya yerleştirilme süreci ve bu süreci gerçek kılan düşüncelerdi. Bir insanın nasıl böyle düşüncelere ve planlamalara sahip olabileceğini idrak etmek gerçekten çok zor. Bir filmde seyretseniz “yuh, uçmuşlar” diyebilirdiniz belki. Ama hayır. Hepsi gerçekti. Hala televizyonların arşivlerinde saklanıyor bu görüntüler.
Bir nokta daha var. En başta anlatmam gereken ama bilerek sona sakladığım bir nokta. Görüntü hafızası yıllar geçtikçe insanı yanıltabilir. Belki beyin hatırlamak istemediği görüntüleri siliyor veya en gerilere atıyordur. Bilmiyorum. Ama bildiğim bir tek şey var. Koku hafızası asla unutmuyor. Bodruma inerken ilk fark ettiğimiz kokuydu. Bulabildiğimiz her şeyi burnumuzu kapatmak için kullandık. Hiçbir işe yaramadı. O kokuyu asla unutmadım. Asla da unutamam. İnsan cesedinin böyle koktuğunu bilmezdim. Bilmem de mümkün değildi zaten o ana kadar. Tarifi imkansız. Biliyorum belki bu satırları okurken rahatsız oldunuz. Ama tekrar etmem gerekiyor. Her şey gibi bu kokuda gerçekti… Çekimi tamamlayıp otele döndük. Hemen duşa attım kendimi. Yaklaşık 1 saat duşta kaldım. Koku geçmiyordu bir türlü. Daha doğrusu o koku içime o kadar işlemişti ki ne yaparsam yapayım üzerime sinmiş gibi geliyordu. O gece iki kez daha duş aldım. Ve ben bugün görüntülerin büyük bir kısmını silmeyi başarmış olsam da o kokuyu hala içimde taşıyorum. Galiba ölene kadarda taşıyacağım.

Birkaç gün daha Konya’da çekim yapıp Ankara’ya döndük. Gazetecilik adına iyi iş çıkarmıştık. Bir daha Hizbullah ile ilgili bir habere adliyelerdeki duruşmalar dışında gitmedim. Ta ki 1 sene sonrasına kadar. 1 sene sonra aynı yere döneceğimizi ve Hizbullah ile yeniden yolumun kesişeceğini hiç tahmin etmiyordum…
YENİ GÖREVİM: HİZBULLAH EVLERİ
1 sene Ankara’da çalıştıktan sonra İstanbul CNN TÜRK'e transfer oldum. Daha ilk iş günümde Soner Yalçın kafasındaki planı açıkladı. Tüm Türkiye’deki Hizbullah’ın mezar evlerini gezecek ve 3–4 bölümlük bir haber hazırlayacaktık. Hizbullah operasyonunun yıldönümüydü. Türkiye Hizbullah’ı unutmaya başlamıştı. Biz ise haklı olarak insanların unutmamasını istiyorduk bu akıl almaz vahşeti. Bu bu toprakların gerçeğiydi çünkü.

Efsane kameraman Atilla Alicikoğlu ile birlikte yola çıktık. Rotamız belliydi. Ankara-Konya-Mersin-Diyarbakır.

Ankara’da çalışmama rağmen, Ankara operasyonu sırasında görev almamıştım. Ankara’daki evi ilk kez görecektim. Sora sora yerini bulduk. Zaten mahalledeki herkes evi biliyordu. Evi ilk gördüğümde ağzımdan ilk dökülen cümleler “aaa içerde yaşayan var” oldu. Zaten sonradan haberin manşetini buna göre attık. “Mezar evde yaşam vardı…”
Gecekonduydu. İçinde yanlış hatırlamıyorsam iki çocuklu bir aile yaşıyordu. Kiracıydılar. Gecekondunun kirası emsallerine göre daha düşüktü. Bu yüzden burayı tercih etmişlerdi. Daha az kira ödemek için 1 sene önce cesetler çıkartılan evde yaşamayı kabullenmişlerdi. Karı kocayla, mahalle sakinleriyle röportaj yaptık. Ev ahalisi tedirgindi ama alışmışlardı. Gerçeği bile bile o evde yaşamaya devam etmek zorundaydılar.
KONCA KURİŞ'İ BİLİR MİSİNİZ
Ankara’dan Konya’ya geçtik. 1 sene sonra gene aynı yerde olmak. İnsan gene her yerden ceset çıkacağını düşünüyor. 1 sene önce gözümüzün önünde cesetlerin çıkarıldığı bina harabe haline gelmişti. Bütün camları kırılmış, kapıları sökülmüştü. Ama ben bu kez “diğer ev” üzerinde durmak istiyordum. Konca Kuriş’in cesedinin de bulunduğu ev…
Aslında ev demek çok doğru değil. Düpedüz bir villa. Rengi pembeydi yanlış hatırlamıyorsam. Bana çok ironik gelmişti. Ev sahibi bayanı da emlakçı vasıtasıyla bulmuştuk. Kadıncağız aradan 1 sene geçmesine rağmen hala şoku üzerinden atamamıştı. Bütün dengesi bozulmuştu. Gülümsemeye çalışarak bize olanları bir kez daha anlattı. Villa boştu. Aslında 1 sene içinde çok talibi çıkmış villanın. Ancak olayı duyan ya vazgeçmiş ya da hemen taşınmış. Kiraya verememekten şikayetçi olmuştu bize içeriyi gezdirirken emlakçısı gibi. Yine elbette bodrum kata indik. Unutamadığım çok net bir görüntü var. Tavana sabitlenmiş çengeller. Büyükbaş hayvanların kesildikten sonra asıldığı büyük çengellerden. Hizbullah bu çengellere asıp sorgu ve işkence yapmış insanlara. Hala oldukları yerde duruyorlardı. Ama kazılan çukur kapatılmış ve izler olabildiğince silinmişti. Ama Hizbullah sadece zeminde değil tavandaydı. En çok Konca Kuriş’i düşündüm bomboş villanın içinde gezerken. 1 sene önce bu evin içinde son nefesini vermişti. Neydi suçu, günahı? Hizbullah nasıl yargıcı ve celladı olabilmişti diğer onlarca insan gibi? Ben bir cevap bulamamıştım o gün. Hala da bulabilmiş değilim.
Konca Kuriş önemliydi. Önemliydi çünkü Hizbullah operasyonunun simgelerinden biri olmuştu. Sırada Mersin vardı. Konca Kuriş’in evine gidecektik. Mersin’e gittiğimizde Konca Kuriş’in eşine ulaşmakta çok zorlandık. İlk başta bizimle görüşmek istemedi. En sonunda ikna ettik. Buluşmaya küçük bir minibüsle geldi. Sonradan hatırladım. Konca Kuriş’de bu minibüsü kullanırken durdurulmuş ve kaçırılmıştı. Aynı araçla bizi evine götürdü. Biraz çekim yaptık. Hayatımdaki en zor röportajlardan biriydi. Sadece düşündüğü için kaçırılan, günlerce işkence yapılan sonunda da domuz bağıyla öldürülüp gömülen bir insanın kocasına ne sorabilirsiniz ki? Yine de bizi en iyi şekilde ağırlamaya çalıştığını hiç unutmuyorum. Ama gözlerinde hala korku vardı. Zaten Hizbullah’ın en büyük gücü insanlar üzerinde yarattığı bu korkudan geliyordu.

Evde Konca Kuriş’in küçük kızını da gördük. Okuldan yeni gelmişti. İlkokula gidiyordu. Kamera önünde hiç konuşmadık o küçük kızla. Sadece çok kısa görüntüsünü aldık haberde kullanmak için. Çekimleri tamamlayıp evden ayrıldık. Hava güneşliydi. Benim memleketimdi Mersin. Benim memleketimde devam eden bir hayat, Konya’da bir villada sona ermişti. Olabilecek en kötü şekilde..

O küçük kızı da hiç unutmadım. Aradan 10 sene geçtikten sonra artık bir genç kız olmuştur. Belki üniversitede okuyordur. Belki çalışıyordur. Acaba ne düşünüyordur şimdi? Bu korkunç travmayı nasıl ve ne şekilde saklıyordur içinde? Acaba tahliye olan insanları görünce “annemi öldürenler acaba bunlardan birileri mi?” diye düşünmüş müdür? Ben burada onlarca soru sorarken o binlerce soru sormuyor mudur? Ben hala 10 sene önce o evde bıraktığımız küçük kızı hatırlıyorum…
BETONLA KAPATILAN EV
Son durak Diyarbakır.
Bu kez tedirginiz. Hizbullah hala dışarılarda bir yerde çünkü. Mihmandarımızla birlikte adrese gittik. Kapı numarası 13’dü galiba. Sokağa girdik. Çok dar bir sokaktı. Diyarbakır’ın en eski evlerinin olduğu sokaktı belki de. Hepsi müstakil 2 katlı evler. Ama yok. Bulamıyoruz bir türlü. Mezar evi bulamıyoruz. Elimizde kapı numarasına kadar var. Ama aradığımız numarayı bulamıyoruz. Sonunda gerçek ortaya çıktı. Mezar evin kapısı betonla örtülmüştü. Evet. Evin kapısı yoktu. Çünkü bütün girişler betonla kapatılmıştı !

Ama bizim bir şekilde eve girmemiz gerekiyordu. Sonunda uzun bir merdiven bulup üst pencereden evin içine girmeyi başardık. O merdivenden elimizde malzemelerle kamerayla tırmanmamızda ayrı bir macera olmuştu bizim için. Evin içinde hatırladığım en dikkat çekici nokta her tarafta tünellerin oluşuydu. Köstebek gibi kazmışlardı evin her tarafını. Cesetleri de bu tünellere gömmüşlerdi. Kapısı olmayan bir evden bir an önce çıkmak için can atıyorduk. Çekimleri tamamlayıp yine maceralı bir şekilde merdivenden inerek son mezar evden de uzaklaştık.

Diyarbakır’a gitmeden emniyet müdürü Gaffar Okkan’dan randevu almak istemiştim. Diyarbakır’da ki operasyonun beyniydi. Güzel bir habercilik olabilirdi. Ne yazık ki biz İstanbul’a döndükten sonra bize dönüş oldu. Gelecek sefere diye sözleşmiştik. Ama olmadı. Ne yazık ki şehit edildi.

İstanbul’a döndükten sonra gece gündüz haberleri hazırladık. Sonunda yeni yayın dönemine yetişti ve yanılmıyorsam 4 bölüm halinde yayımlandı. Baya bir ses getirdi. Başarılı bir habercilik olmuştu.
ARTIK HUKUKÇUYUM
Ben bir süre daha gazetecilik yaptıktan sonra hukukçu oldum. Avukatlığa başladım. Hizbullah haberleri zaman zaman arkadaş ortamlarında anlattığım birer hatıra olarak kaldı. Ta ki tahliye haberlerine kadar.

Tahliye haberlerini duyduğumda bu kez bütün görüntüler o evler teker teker gözümün önüne geldi. O evler ne oldu? O öldürülen ve yerin 2 metre altına gömülen insanların aileleri nerede ne yapıyorlar? Bir hukukçu olarak Yargıtay’ın kararıyla ilgili bir yorum yapmak istemiyorum. Çünkü bana göre yürütme ve yasama bu tür çok hassas konularda yoruma yer bırakmayacak şekilde kanun maddeleri tanzim etmeli. Her şey çok açık ve net olmalı. Şimdi herkes Yargı’ya yükleniyor. Tamam. Ama yasama nerde? Peki ya yürütme?
Söylediğim gibi bir hukukçu olarak, hukuki tartışmalara girmek istemiyorum. Çünkü ben Hizbullah’ı gazeteci olarak gördüm, gazeteci refleksleriyle algıladım. Ben kanun maddesi böyleydi, Yargıtay’ın yorumu şöyleydi… Bunları bilmem. Ben sadece ömrümün sonuna kadar içimde kalacak o kokuyu, yerin iki metre altındaki o mezarları, tavana asılmış çengelleri ve Mersin’de bıraktığım o küçük kızı bilirim. Gerçeklerin unutulduğu bu ülkede benim gerçeğim budur…
Emrah Cengiz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SESSİZ KALMA.